ESKİ KİTAPLAR/ESKİ DOSTLAR VE ÇEVRE BİLİNCİNİN KADİM KÖKLERİ

Eski kitaplar eski dostlar gibidir. Nasıl bazen yıllardır görüşmediğiniz bir dostunuzu arar, buluşur, görüşürseniz eski kitaplar da sizi bazen kendisine öyle çağırır. İçinde bulunduğumuz dijital çağda elbette ki e-kitaplar revaçta; benim de bir dolu e-kitabım var, ancak ne diyeyim; kitap sayfalarını çevirmek, üzerlerine işaret koymak, bazen sayfa kenarlarına not almak çok daha çekici benim için. E-kitapların doğanın korunması açısından da bir değeri var elbette ama yine de benim bazen kütüphanemdeki bir eski kitabımı elime alıp, kitaplığımın önünde bağdaş kurup dakikalarca o kitaba bir göz geçirdiğim olur. Bazen bu kısacık buluşma öyle çekici gelir ki, bir şekilde bir zaman ayırıp o kitabı tekrar okumak istersiniz ya da o kitabı ilerideki okuma listenize alırsınız. Benim de bu listemde öylesine çok kitap var ki yeniden okumak istediğim: Lise-1’in yaz tatilinde evden çıkmadan okuduğum için annemi çıldırttığım Karl Popper’ın  yaklaşık 700 sayfalık “Açık Toplum ve Düşmanları” kitabı, üniversite yıllarında Ankara Bahçelievler’deki milli kütüphanede keşfedip daha sonra aldığım Hint mistisizminin ölümsüz eseri “Upanişadlar”, rahmetli Bülent Ecevit’in Türkçeye çevirdiği Rabindranath Tagore şiirleri ya da her satırında bu ülkede bir düşünce adamı olmanın ne kadar çileli olduğunu hissettiğiniz Cemil Meriç’in “Bu Ülke”si…

İşte, geçtiğimiz bayram tatilinde bu listeden bir kitap seçip, eski bir dostla yeniden buluşmanın heyecanıyla yeniden okudum. Bu kitap yaklaşık 20 yıl önce okuduğum Yapı Kredi Yayınlarından çıkan İbn Sina ve İbn Tufeyl’in değişik zamanlarda aynı isimle yazdıkları iki farklı eserin bir arada sunulduğu Ahmet Özalp tarafından hazırlanan “Hay Bin Yakzan”. Daha önce okuduğunuz kitaplarda elbette bir değişiklik olamaz ancak değişen “siz” olduğunuz için kitaptan aldığınız şeyler farklılaşır. Bu kez de öyle oldu. Daha sonra pek çok insan gibi benim de keyifle okuduğum Daniel Defoe’nin Robinson Crusoe’sine de ilham veren ve “robinsonad” denilen “ıssız adaya düşen adam” içerikli ilk roman. Elbette felsefi ve mistik unsurlar taşıyan bu romanda (İbn Tufeyl’in Hay Bin Yakzan’ı) bu sefer kendini arayan Hay bin Yakzan’ın şu düşünceleri dikkatimi çekti: “Eğer bitkilerden yemek zorunda kalırsa, bitkileri kökünden koparmamaya, varsa tohumlarını telef etmemeye özen göstermeliydi. Yeterli meyve ve sebze bulamazsa, o zaman, hayvanlardan ya da yumurtalarından yararlanabilirdi. Bunda da sayısı en çok olanı seçmek, türün tükenmesine neden olmamak koşuluna bağlı kalmalıydı.”

İbn Tufeyl, yine romanının başka bir bölümünde kahramanı Hay bin Yakzan’ın kamil insana dönüşüm aşamalarında kat ettiği bir evreyi şöyle betimliyor: “Sözgelimi bir engel nedeniyle güneş ışıklarından yoksun kalmış bir bitki mi gördü, hemen koşuyor, engeli kaldırıyor, bitkiyi güneş ışığına kavuşturuyordu. Yabancı bitkiler tarafından kuşatılmış, hayatı tehlikeye girmiş bir bitki bile kaçmıyordu Hay’ın gözünden. Hemen boğulmak üzere olan bitki ile diğerlerinin arasını ayırıyor, çevresini açıyordu. Sudan uzak kalmış, ölürcesine susamış bir çiçek mi gördü, onu suya kavuşturana kadar hiç durmadan çalışıyordu. Yabani bir hayvanın pençeleri arasında son soluklarını almakta olan zavallı bir yavru Hay’ın müdahalesi ile canını kurtarıyor, yaşamının sevincini yeniden duyuyordu. Herhangi bir yerine bir şey batmış, bir çalıya takılmış, gözüne ya da kulağına bir şey kaçmış acıyla inleyen, kıvranan hayvanlar Hay’ı yanıbaşlarında buluyorlardı. Hay’ın sevecen elleri yaralarını sarıyor, acılarını dindiriyordu. Bir sevimli derecik, bir ırmak da yardımına gereksinim duyabilirdi. İçine yuvarlanan bir kayanın akışını engellediği bir dere, toprağın kayarak önünü kapattığı, yönünü çevirdiği bir ırmak, Hay’ın çalışmaları sonucu kendilerine alışmış, bekleyip duran bitki ve hayvanlara doğru olağan akışını sürdürüyordu.”

Siz 12. Yüzyılda yazılmış bu satırları okuyunca neler düşündünüz bilmiyorum ama ben eğer bir şekilde bugünkü uygarlığımızın kökeninde olan sanayi devriminin ilk zamanlarında, içinde bulunduğumuz kültür coğrafyasının ürettiği bu doğayla barışık perspektifin bir şekilde enjekte edilebileceğini ve böylelikle çağımıza kadar uzanan ve pek çok insani ve çevresel acıya neden olan, tek amacı büyüme ve kậr optimizasyonu olan vahşi yapıya çekidüzen vermiş olabileceğini hayal ettim. Ancak daha sonra bu girişime öncülük edebilecek, doğunun mistisizminin barışçıl mesajlarını bir şekilde bu uygarlığın temellerine koyabilecek tek millet olan bizlerin diline bu eserin bile içerisine itildiğimiz karanlık çağ sonrasında, ancak 1923’te çevrilebildiğini okuyunca acı acı gülümsedim.