Protein Kaldıracı Hipotezi – 2

Artan Protein Fiyatlarının Ülke Sağlığına Olası Etkileri

-2-

Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) verilerine göre 1961 yılında ABD’de toplumun tükettiği gıda içeriğindeki toplam proteinin yüzdesi %14 iken 2000 yılında bu oran %12,5’a düşmüş, ve bu dönemde toplamda kalori tüketiminde %13’lük bir artış oluşmuş. Yazarlar protein oranındaki ilave sadece %1,5’luk bir azalmanın alınan kalori miktarında %32’lik ek artışa yol açacağını hesaplıyorlar ve 2005 yılında Obesity Reviews dergisinde yayınladıkları ve çok ses getiren protein kaldıracı hipotezlerini şu şekilde oluşturmuşlar: “Proteinden fakir ama enerjiden zengin bir gıda ortamında insanlar protein hedeflerine ulaşmak için  karbonhidratları ve yağları daha fazla tüketecekler; oysa ki mevcut olan tek diyet proteinden zengin bir diyet olsaydı insanlar çok daha az karbonhidrat ve yağ tüketeceklerdi.”

Raubenheimer ve Simpson, neredeyse tüm canlılarda ortak olan protein iştahını sınırlayabilecek tek unsur olarak görünenin yani bu iştaha fren yapabilecek tek şeyin lif olduğunu da burada ayrıntısına giremeyeceğim deneysel çalışmalarla kanıtlamışlar. Yine gereğinden fazla miktarda protein alımının da en azından meyve sinekleri ve fareler gibi canlılarda evrimsel sürecin en önemli belirleyicisi olan türün devamlılığı ilkesine hizmet eden üreme işlevinde azalma ve yaşam süresinde kısalma ile seyrettiğini ortaya koymuşlar. Belirli miktarın üzerinde protein tüketiminin dokuların büyüme ve yeniden üretim süreçlerinde kaçınılmaz olan genetik hasarlarla ilişkili olabileceğini vurguluyorlar. Geleneksel diyetlerinde protein düzeyi göreceli olarak düşük olmasına rağmen açığa çıkabilecek fazla karbonhidrat ve yağ tüketim isteklerinin önüne büyük olasılıkla aldıkları fazla miktarda liflerle geçebilen Okinawalıların hem fit olup hem de uzun yaşamalarını buna bağlıyorlar.

Peki; artık modern zamanlarda hepimizin tanış olduğu aşırı işlenmiş endüstriyel gıdaların bu hipotez içerisindeki yerini nasıl tanımlıyor yazarlar? Bu da çok etkileyici; şöyle ki bu gıdaların içerebildikleri, bir kısmının insan sağlığı açısından güvenirliliği bile çok tartışmalı olan katkı maddeleri, dışında tümünün ortak özellikleri düşük protein ve düşük lif içerikli olmaları. Niye mi böyleler? Bir defa protein tüm dünyada en pahalı makrobesin, aşırı işlenmiş gıdaların protein miktarı arttıkça fiyatlarının arttığı görülüyor, içerdikleri basit karbonhidratlar arttıkça ise fiyatları ucuzluyor. İkincisi içerdikleri lif miktarları arttıkça damak tadı açısından daha cazip hale geliyorlar.

Yazarların da içerisinde bulunduğu bir grup araştırmacının aşırı işlenmiş gıdalar hakkında ABD’nin NHANES (Ulusal Sağlık ve Beslenme Araştırması Anketi) verilerini kullanarak yaptıkları araştırmanın sonuçları da oldukça çarpıcı: Beslenme verileri incelenen 9042 kişi diyetlerinin içerdiği aşırı işlenmiş gıdalar açısından 5 gruba ayrılıyorlar: 1. Grubun diyetinde bu besinlerin oranı %33 iken en fazla aşırı işlenmiş gıda tüketen 5. Grubun diyetlerinde bunların oranı %81 idi. 1. Gruptakilerin diyetlerindeki proteinden alınan kalorinin miktarı alınan günlük kalorinin %18.2’si iken, 5. Gruptakilerde bu oran %13.2’ye düşüyordu ancak sonuç olarak bu iki gruptakiler hemen hemen aynı miktar proteini tüketiyorlardı ama bunun karşılığında  1. Grubun günlük olarak 1946 kalori tükettiği,  5. Grubun ise 2129 kalori tükettiği hesaplandı. Sonuç olarak aşırı işlenmiş gıdaların besinlerin protein ve lif içeriklerini seyrelterek insanların daha fazla yemelerine yol açtığı gözlendi. Aşırı işlenmiş gıda üreticileri böylece hem ürünlerinin maliyetini düşürebiliyor hem de daha fazla tüketimi teşvik ediyorlar.

2022 yılı verilerine göre ülkemiz obezite sıralamasında Avrupa’da ilk sırada. İleriye yönelik tahminlere göre 2035 yılında obezitenin toplumumuzdaki oranı %55’i bulacak. Bu korkunç bir oran. Bu gelişmenin daha ben tıp fakültesinde öğrenciyken (yaklaşık 30 yıl önce) %1 civarında olan erişkinlerdeki diyabet oranının güncel rakamlara göre %12’ye yükselmesi gibi korkunç bir tsunaminin şiddetini daha da arttıracağı aşikar. Bu durumun sadece diyabet değil kalp ve damar hastalıkları ve bazı kanserlerin görülme sıklığının artması gibi toplum sağlığı için yıkıcı sonuçları olacaktır ve herhangi bir sağlık finansman sisteminin altından kalkmakta çok zorlanacağı bir felakete bizi sürükleme tehlikesi mevcuttur. Hele de son zamanlarda artan protein içerikli gıdaların fiyatları insanımızı nispeten daha ucuz ama basit karbonhidratlar ve yağlardan daha zengin, lifler açısından daha fakir bir beslenme düzenine itmesi büyük bir olasılık. ABD gibi daha zengin ülkelerde bile toplumun sosyoekonomik açıdan daha dezavantajlı kesimlerinde obezite sıklığının daha yüksek olması da şaşırtıcı olmasa gerek. Gıda üretimi açısından büyük potansiyele sahip olan ülkemizde her insanımızın sağlıklı ve yeterli beslenme hakkının gözetilmesi ve toplum sağlığını tehdit eden ve etkilerini nesiller boyu yaşayabileceğimiz bir başka ama daha korkunç bir pandeminin önüne geçmek için acilen gerekli önlemlerin alınması gerekmektedir.