ŞİŞMANLIK GENİ (1. BÖLÜM)

Şimdi size bir öykü anlatacağım. Bu öykünün kahramanları bundan milyonlarca yıl önce yaşamışlar. Öykünün geçtiği yer aslında bugünkünden çok daha farklı topografik bir yapıda olsa dahi eski dünya kıtaları yani Avrasya ve Afrika, ama hadi sizi biraz daha heyecanlandırayım: Bu öykünün ana mekanlarından birisi güzelim Bursa’nın Paşalar köyü. Genlerimizin nasıl şekillenmiş olabileceğini anlatan bu epik hikayeyi Richard Johnson ve Peter Andrews’in 2015 Eylül ayında Scientific American dergisinde yayınlanan bir makalesinden aldım. Johnson Colorado Üniversite’sinden özellikle früktoz yani meyve şekeri metabolizması ile ilgilenen son derece alçakgönüllü bir bilim adamı, Andrews ise Londra’nın en muhteşem müzelerinden biri olan Doğal Tarih Müzesi’nde görevli bir antropolog.

1962 yılında genetikçi James Neel artan obezite ve tip 2 diyabet insidansını açıklamak adına ‘tutumlu gen hipotezi’ denilen bir önermede bulunuyor. Sorun şu ki uzun dönemde vücudumuzun enerji kaynaklarını harcamakta aşırı tutumlu hale getiren dolayısıyla obezite ve diyabet gibi hastalıkların görünürlüğünü iyice arttıran böyle dezavantajlı bir gen varsa neden bu gen insanlığın uzun evrimsel hikayesinde doğal seleksiyon ile ortadan kalkmadı ve eğer insanlığın ortak geçmişinden bu güne taşınan bu gen niye geleneksel yaşam şekillerine devam eden ilkel topluluklarda işlevsellik kazanmıyor. Neel hayatının büyük bir bölümünü Amazonlarda yaşayan Yanomami gibi toplulukların arasında geçirerek bu soruya yanıt aradı. İlkel topluluklar ve günümüzdeki modern hayat arasındaki en büyük farklılık günümüz insanının öyle veya böyle karnını doyurabilecek olanaklara eski ilkel topluluklardan çok daha fazla sahip olması ve bu ilkel toplulukların zaman zaman yaşadığı kıtlık gibi insanlık trajedileri ile boğuşma olasılıklarının çok daha düşük olması olarak görünüyordu. Dolayısıyla insanlığın bu zor süreçlerinde hayatta kalmalarını sağlayan bir tutumlu gen mutasyonu bugünün gıdaya kolay erişilebilir ortamında hele de üzerine eklemlenen hareketsizlik illeti ile beraber bir dezavantaj olarak kendini belli ediyordu.

Johnson ve Andrews’in uzun süre unutulmuş ve ağır eleştirilere maruz kalmış bu hipotezi doğrulayabilecek hikayeleri bundan tam 26 milyon yıl önce başlıyor. O zamanlar tropikal bir cennet olan Afrika’da yaşayan atalarımız olan primatlar,  bolca mevcut olan meyvelerle besleniyorlardı. 21 milyon yıl önce oluşan küresel soğuma (buz devri) sırasında kutuplardaki buzullar giderek büyüdü, deniz seviyeleri düştü ve o zamanlar bugünkü gibi bir ada şeklinde olan Afrika ile Avrasya arasında karasal köprüler ortaya çıktı. Bu köprüler aracılığıyla Avrasya’ya göç etmeye başlayan zürafalar, filler ve antiloplar ile birlikte insanoğlunun ataları da bu zorlu yolculuğa dahil oldu. Bursa Paşalar’daki kazılarda bulunan Griphopithecus ve Ankara Kızılcahamam’daki kazılarda ortaya çıkartılan  Ankarapithecus fosil kalıntıları bu konudaki en büyük kanıtlar olarak nitelendiriliyor. Ancak küresel soğuma daha da çetin bir hal alınca meyvelerle beslenen primatların artık bir kıtlıkla karşı karşıya kaldığını görüyoruz. Bursa Paşalar’da Andrews’in yaptığı araştırmalarda bulunan Kenyapithecus kizili fosillerinin kesici dişlerindeki tespit edilen çizgilenmelerin bunların yaşadıkları dönemsel açlık periyodlarına işaret ettiği düşünülüyor. İşte tam bu dönemde artık Avrupa ve Anadolu’da besin bulmakta zorlanan primatların Asya’ya ve yeniden Afrika’ya göç ettikleri düşünülüyor. Tam da bu kitlesel göçlerin yaşandığı ve kıtlıktan dolayı pek çok canlının yaşamını yitirdiği bir dönemde oluşmuş olan bir genetik mutasyonun atalarımızın hayatta kalma şansını arttırdığı düşünülüyor. Peki bu nasıl bir mutasyon, ne çeşit bir yaşamsal avantaj sağlamış olabilir ve milyonlarca yıl öncesi oluşmuş bu mutasyon bugünkü insanoğlunun başını niçin ağrıtıyor merak ediyor musunuz ?  O zaman yarınki yazımı da okumayı ihmal etmeyin.