ŞİŞMANLIK GENİ (2. BÖLÜM)
Ürikaz genindeki mutasyon milyonlarca yıl önce hayatta kalmamızı sağlamış olabilir mi ?
Ürikaz normalde ürik asit dediğimiz metabolik artığı vücudumuzdan uzaklaştırabilmek için kullanılması gereken bir enzim. İşte bu gende, ürikaz enziminin işlev kazanmasını engelleyen bir mutasyonun oluşmuş olabileceğini düşünüyor Johnson ve Andrews. Normal bir durumda böbrekler yoluyla vücuttan kolaylıkla atılmasını beklediğimiz ürik asidin, ürikaz genindeki mutasyona rağmen çok da fazla vücutta birikmemesini beklerdik; ancak batılı toplumlarda ürik asidin kandaki seviyesinin önemli ölçüde arttığını gözlemliyoruz.
Dr. Johnson’ın bilimsel ekibinde görev yapan Dr. Marilda Mazzali, sıçanlarda ürikaz enzimini bloke ederek yaptığı çalışmalarda, giderek artan ürik asit yüksekliğinin tek başına hipertansiyona neden olduğunu gösterdi. Takip eden çalışmalarla Johnson ve ekibi artan ürik asit yüksekliğinin olası 2 mekanizma ile hipertansiyona yol açtığını gösterdiler: İlki ürik asidin yarattığı oksidatif stres ile kan damarlarında uygunsuz kasılmalara yol açması ve buna adapte olmaya çalışan kalbin daha kuvvetli kasılmaya zorlanması kan basıncını yükseltiyor olabileceği. İkincisi de artan ürik asit seviyesinin böbreklerde artmış düşük seviyeli hasar ve inflamasyonun böbreklerin tuz atılımında yaratmış olduğu işlev bozukluğu.
Aynı mekanizmaların insanlarda da geçerli olup olmayacağını ortaya koymak için yapılan çalışmaların ilkinde Johnson, Baylor College’da çocuk nefroloğu olan Dan Feig ile beraber yeni tanı konulmuş hipertansiyonu olan ergenlerin %90’ında ürik asit seviyesinin yüksek olduğunu ortaya koydular. Üstelik başka bir ufak çaplı çalışmada ürik asidi düşüren allopurinol verdikleri hastaların %85’inde ürik asit düzeyinin düşmesine paralel olarak hipertansiyonun gerilediğini gösterdiler.
Johnson, hipertansiyonun çoğunlukla obezite ve hareketsiz bir yaşam şeklini takiben oluştuğundan hareket ederek ürik asidin sadece hipertansiyonu değil obeziteyi de tetikleyebileceğini düşündü. Bu hipotezini desteklemek amacıyla tüm başarılı bilim insanları gibi bir kez daha doğayı gözlemledi. Doğadaki hayvanların bolluk zamanlarından göreceli bir kıtlık yaşadıkları kış mevsimine geçerken sağladıkları mevsimsel adaptasyon şemalarının hepsinde bu hayvanların neredeyse hepsinin bolluk dönemlerinde yağ depolarını arttırarak ve bir tür insülin direnci oluşturarak kışa hazırlandıklarını ve kıtlık zamanlarının bir numaralı kuralının ‘en şişman olan hayatta kalır’ olduğunu bir kez daha gördü. Johnson hayvanlarda oluşan bu dönemsel şişmanlama ve prediyabetik hale gelme periyodunun düğmesine basan bir şeyler olması gerektiğini düşündü. Johnson’ın laboratuvarında Ishimoto ve Lanaspa’nın yaptığı çalışmalarda yüksek fruktoz içeren bir diyetle beslenen sıçanların daha sağlıklı bir diyetle beslenen sıçanlara göre daha fazla yedikleri ve daha az hareket ettikleri gösterildi. Fruktozun beyine doygunluk sinyali veren leptin hormonunun etkisini kısmen ortadan kaldırdığı gözlemlendi. Fruktozun diğer şekerlerin aksine hücre içerisinde yıkıldığı zaman ürik asitte artışa neden olduğu ve allopurinol yani ürik asit oluşumunu engelleyen bir ilaç verildiğinde sıçanlarda daha önce gözlendiği gibi hem hipertansiyonun düzeldiği hem de metabolik sendromun diğer parametreleri olan HDL düşüklüğü, yüksek kan şekeri, yüksek trigliserid düzeyi ve göbek çevresi yağlanmanın ortadan kalktığı görüldü. Resim, eminim sizin gözleriniz önünde daha da netleşmiştir: Fruktozdan zengin bir diyet şişmanlık düğmesine basıyor ve etkinliği uğradığı mutasyon sonucunda ortadan kalkmış olan ürikaz enziminden yoksunluğumuz ürik asidin giderek artmasına sebep oluyor. Ürik asidin artışı fruktozun etkinliğini daha da arttırıyor ve tüm bunların neticesinde metabolik sendrom sarmalına sürüklenen insanlık; kalp hastalıkları, inme ve diyabetin korkunç derecede arttığı bir karanlık noktaya doğru iteleniyor.
Tüm insan popülasyonlarında ürikaz enziminin sessiz (işlevsiz) hale gelmesi tabii ki obeziteye neden olmamış; bunun en tipik örneği Yanomami gibi ilkel topluluklarda ürik asit seviyelerin çok da yüksek olmaması; yani ürikaz enzim eksikliği ile oluşan ürik asidin çoğu idrarla atılabiliniyor ama burada Johnson’ın ifadesiyle şişmanlık düğmesine basan ve batı tipi toplumların diyetlerinde ağırlıklı olarak bulunan özellikle iki tip besin var: Bira gibi fazla miktarda ürik asit oluşumuna neden olan gıdalar ve diğeri de bal ve yüksek miktarda mısır şurubu içeren işlenmiş gıdalar.
Ürikaz enzimini tekrar aktive edecek genetik mühendisliği metodları ve fruktoz metabolizmasının en önemli enzimi olan fruktokinazı baskılayan ve böylelikle fruktozun idrarla doğrudan atılmasını sağlayacak ilaçlar şu anda ilaç şirketlerinin büyüyen metabolik sendrom piyasasının gereksinimlerini karşılayabilmek için üzerinde çalıştıkları en önemli alan.
Johnson ve Andrews bu müthiş destansı öykülerini şu sözlerle sonlandırıyorlar: “Tutumluluk bir erdemdir ama söz konusu olan metabolizma olunca iyi bir şey de ‘çok fazla can sıkıcı’ olabiliyor.”