YAŞAMAK

Bazı yaşamlar vardır; açıkçası imrenerek baktığım, ne kadar çok şey koyulmuştur o yaşamların içerisine. Üstelik de bazıları kısacık da olsa o kadar dolu doludur ki… Hiç unutmuyorum; çalıştığım hastanede hiç de istemediğim halde baş hekimlik görevine getirilmiştim 39 yaşında ama yine de olur ya her koltuğun karşı konulamaz bir cazibesi vardır. İşte, o koltuğa oturduğum ilk gün ister istemez hafif bir havalanma durumu gelmişti ki, hemen arkamda olan Ata’nın kalpaklı muhteşem fotoğrafındaki biraz sert bakışlarıyla göz göze geldim. İşte o anda o büyük devrimcinin benimle aynı yaştayken üç kıtada savaştıktan sonra Büyük Millet Meclisi’nin başına geçtiğini ve tarihin en kutsal savaşının hazırlıklarına başladığını hatırladım ve kendimden utandım. Şimdi de ne zaman benzer duygular veya ümitsizlik yaşasam arkamda asılı bulunan bu fotoğrafa bakıp buna hakkım olmadığını düşünürüm.

Bugün de size yine imrenerek baktığım bir başka yaşam öyküsünden  bahsedeceğim. Bu bir asra yakın ama içi yine dopdolu bir başka hayat hikayesi. Aslında bu hikayenin kahramanı 16 Şubat 2021’de yaşamını yitirdi; bu müthiş insanın anısı önünde geç de olsa saygıyla eğilmek benim ve benim gibi yıllarca yaşam ve ölüm arasındaki ince çizgi üzerinde görev yapmış binlerce meslektaşımın görevi. Bu öyle bir insanın yaşam öyküsü ki; eğer icat ettiği ve benim de yüzlerce kez kullanmak zorunda kaldığım cihaz olmasaydı onlarca hastamı kaybetmek durumunda kalacaktım. Bu cihaz, geçenlerde Avrupa Futbol Şampiyonası’nda gencecik Danimarkalı futbolcunun da hayatını kurtaran kardiyoverter/defibrilatör cihazı ya da halk arasında daha yaygın kullanılan ismiyle “şok cihazı”. Bu cihazı 1961 yılında icat etti Dr. Bernard Lown.

Dr. Lown 1921 yılında Litvanya’da doğdu. Avrupa’da yükselen Nazizm nedeniyle henüz 14 yaşındayken ailesi ile birlikte ABD’ye göç etmek zorunda kaldı. Askerlik vazifesi sırasında, siyah ve beyazların kan bağışlarında alınan kanları ayrı ayrı sınıflamayı reddetmesi sonucunda bir sene boyunca asker barakalarının tuvaletlerini temizlemek zorunda kaldı. Daha sonrasında bunu anılarında şöyle dile getirecekti: “Bu olay benim hayatımın bir senesinin mahvolmasına ve kariyerimde 10 senelik bir gecikmeye yol açtı ama beni de daha iyi bir hekim haline getirdi.”

1950’li yıllarda kalp krizlerinden sonra önerilen 6 haftalık yatak istirahatinin yerine hastanın mümkün olduğunca erken ayaklanması gerektiğini savunan modern pratiğin temellerini attı. Hasta sinüs sendromu ve soyadı ile anılan Lown-Ganong-Levine sendromunu tanımladı. Yaşamsal risk taşıyan ritim bozukluklarında hala kullanımda olan lidokain isimli ilacın kullanımını rutin pratik içerisine soktu.

Dr. Lown 1980 yılında Rus meslektaşı Yevgeny Chazov ile kurdukları “Nükleer Savaşın Önlenmesi İçin Uluslararası Doktorlar” (IPPNW) kuruluşu aracılığıyla SSCB ve ABD arasında nükleer felakete yol açabilecek bir çılgınlığın önlenmesini sağlayacak antlaşmaların yapılmasına ön ayak olarak 1985 yılında Nobel Barış Ödülünü kazandı.

1991 yılında SatelLife USA’yi kurarak geri kalmış bölgelerde görev yapan hekimlere uydu üzerinden eğitim verilmesi imkanını yarattı.

Medikal teknolojinin kutsandığı bir çağda; gereksiz tıbbi girişimlere ve ilaçlara karşı tavır alarak hasta ve hekimin birebir ilişkisini önceleyen bir bakış açısını ön plana çıkardı, hatta bu konuda “Yitirilmiş Şifa Sanatı: Tıpta Merhamet Pratiği” isimli bir kitap da yazdı.

Ve bu olağanüstü adam 73 yıl boyunca hayatını paylaştığı ve çok sevdiği eşi Louise’i 2019 yılında kaybetti. 70 yılı aşkın ve herkesin imrenerek baktığı bir hayat arkadaşlığıymış bu.

Nasıl müthiş bir dolu dolu yaşam hikayesi değil mi? İnsanın aklına büyük şairimiz Ataol Behramoğlu’nun şiiri geliyor:

“Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:

Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına

Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır

Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana.”